Tutuklu gazeteci Zafer Özcan kızı Ebrar Beyza Özcan’a parmaklıklar ardından bir mektup yazdı. İçeride zamanını nasıl geçirdiğini ve gök yüzü hasretini anlattığı mektubunu kızı Ebrar Beyza blogspot hesabından paylaştı:
Sevgili Kızım,
Bu mekandaki ikinci Ramazan ayımı yaşıyorum. Geçen yıl ilkini eda ederken, ikincisini de burada yaşayacağımı hiç hayal etmemiştim. Şimdi yaşadığım zaman, geçen yıl bana çok uzaklarda gibi gelmişti. Belki mapushane psikolojisinin sonucudur ya da gereğidir böyle düşünmek. İnsan buradaki yaşamın ötesini, devamını tahayyül edemiyor. “Fazla kalmam, kalmayız” anlayışı ve beklentisi hep baskın burada.
O bakımdan sonraki yıl bize çok uzaklarda gibi geliyor. Sonra bakıyoruz o uzaklar, uzak sandığımız gelip bizi buluvermiş. O istenmeyen buluşma ilk anda elbette kötü bir his ancak buradaki her yaşanmışlığın insanı güçlendirdiği gerçeği de inkar edilemez. Yaşamak istemediklerimizi yaşamak zorunda kalınca, insan kendini daha öz güvenli hissediyor.Ne tuhaf zamanlardan geçiyoruz değil mi Ebrar? “Bu kadar kötülüğü bu kadar felaketi üst üste yaşamak zorunda mıydık?” diye düşünüyorum bazen. Şartlarımız zaten zorken şimdi bir de virüs derdi açıldı başımıza. Sınırlı hayatımız tam bir mahrumiyete dönüştü. Haftalık kırk dakikalık görüşmelerin yetersizliğinden yakınırken şimdi onu da bulamaz olduk! Yine de şöyle düşünüyorum. Her şeye ve her koşula rağmen bu yaşadıklarımızla baş edebiliyoruz. Rabbim bizleri baş edemeyeceğimiz şartlardan korusun. Beterin beteri var duygusu içimde varlığını hep hissettiriyor ve beni şikayet etmekten alıkoyuyor.
Bunun gibi son zamanlarda beni çokça ziyaret eden bir başka hissiyatımı da paylaşmak istiyorum seninle. Evet, birileri benim geleceğime, tutsak mı yoksa özgür mü olacağıma karar verecek. Hissettiğim şey şu; bir gün sizinle beraber olabilmek ihtimali beni ziyadesiyle heyecanlandırırken diğer yandan buradaki hayatıma devam etme ihtimali de beni heyecanlandırıyor. Özellikle son zamanlarda böyle hissetmeye başladım. Burada ulaştığım yazı verimliliğine bir daha ulaşamayacak olduğumu bilmek, bana böyle hissettiriyor olmalı.Elbette her gece sizlere kavuşabilmek için müracaat edebileceğim tek merciye, Rabbim’e iltica edip yalvarıyorum. Bununla beraber diğer hissi taşımak da beni rahatlatıyor. Allah göstermesin ancak öyle bir durumda yaz sonu üçüncü romanımı tamamlarım inşallah. Şu anda uzun zamandır yapabilmeyi istediğim bir şeyi daha artık yapabiliyorum; her gün metne devam edebilmek. Bu benim için önemliydi. Pek çok ünlü yazarın altını çizdiği husus bu, ara vermeden yazmak. Şu an o noktadayım ve bu benim psikolojimi olumlu etkiliyor, moralimi yükseltiyor. O bakımdan artık Candan’ın şarkısındaki gibi daha güçlü ve daha sakinim. Sizlerin de böyle olmasını, böyle hissetmenizi arzu ediyorum.
Mektubunda bana Nazım’ın şiirini göndermişsin. En sevdiğin bölümü yaz demişsin: “ve hemen, fırlayarak yerimden, penceremde demirlere yapışarak, hürriyetin sütbeyaz maviliğine, sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumak istiyorum.” İşte tam benim bölümüm burası. Oturup seninle saatlerce yazdıklarımı konuşmak isterdim şimdi.
Burada, penceremdeki demirlere yapışarak gökyüzünün sonsuz maviliğini izliyorum. Bahçemizde bulabildiğim bir avuç gökyüzünden daha fazlasını vadediyor, üst katın demirli penceresi. Daha geniş görebiliyorum gökyüzünü.
O süt beyaz maviliğin en fazla bulutlu halini seviyorum. Bulutlu gökyüzü daha yakın görünüyor gözüme ve daha sahici. Bazen, o demirli pencereden, rüzgarda akıp giden bulutları izliyorum. Gittikleri yere götürsünler istiyorum beni de. O bulutların özgürlüğünden, onların sonsuzluğundan ilham alıp düşler kuruyorum kendime.
Bu yazıyı okuduğunda evimizin balkonuna çık ve gökyüzünün o süt beyaz maviliğine uzun uzun bak benim için. Orada düşlerimi göreceksin, görmesen de hissedeceksin.