Tam bin 42 gündür Silivri cezaevinde tutuklu olan Gazeteci-Yazar Emre Soncan’dan yeni bir mektup var. En son Mart ayında ‘Baharda mahpusluk’ başlıklı mektubu ile okurları ile buluşan Soncan, bu kez Ramazan ayı, hapishanede bir başına oturduğu iftar sofraları ve zamanın donduğu ‘karadelik’ten yazıyor… Yine duygu dolu satırlarla…
İşte Sevgili Emre’nin mektubu:
‘İçim aşkla dolu, dostlukla dolu..
Yazı yazmam için bana çiçek, kuş hürriyeti değil; içimdeki aşkın, deliliğin, oturmaz düşüncenin hürriyeti lazım..’ (Sait Faik Abasıyanık)
– Hapishaneden Notlar –
Sahur alacakaranlığına yalnızlığım, birbaşınalığım ve ben birlikte uyanıyoruz.. Yalnızlığım çayı demlerken, birbaşınalığım domates, salatalık, peynir ve zeytinden müteşekkil kahvaltımızı hazırlıyor, bana da masaya kurulup yemek kalıyor.. ‘Adettendir’ deyip sahur programı seyretmek için televizyonu açıyor, anlatıcılar ve anlatıcıların ağızlarından dökülenlerde bir türlü aradığım samimiyeti bulamadığımdan, kumandanın üst köşesindeki kırmızı düğmeye telaşla basıveriyorum.. Sonra pek ‘adetten’ olmasa da, hapishane radyo yayınının mecburi istikameti TRT FM’e kulak verip, 90’lardan parçalar dinliyorum.. Tam bulaşıkları yıkamayı bitirip tezgahı ya da afili söyleyişle eviyeyi silmeye başladığımda, ilk ‘Allahuekber’ avlunun üzerine dökülüveriyor.. ‘Keşke bir bardak daha su içseydim’ diye hayıflanırken, hapishane yaratıcının tekliğine ve Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna şahitlik ediyor.. Dikenli tellere, tel kafesler ve demir parmaklıklar ‘Acaba biz bu ilahi musikinin yayılmasına engel mi oluyoruz?’ hissiyatıyla hüzünlenirken, dudaklarımın kenarlarından onlara doğru belli belirsiz bir tebessüm kanatlandırıp ‘Merak etmeyin, siz bu büyülü sahnenin asli dekorlarısınız’ diyorum.. Seviniyorlar tabii, onlar sevinedursun, bu arada ezan bitiyor, bitiyor bitmesine gerçi ama sanki çağrısı bir süre daha Silivri’nin üzerinde asılı kalıyor.. Peşinden ‘karanlıkta sabah kuşlarının sahne sırası geliyor; mahmur ‘cikcik’leri koğuşun camlarına çarparken, ben de gözlerimin kepenklerini usulca indiriyorum..
İlkokula giderken, bir oruç günü her zamanki gibi çok acıkmış, gidip gelip anneme ‘İftara ne kadar kaldı’ diye sormuş, kadıncağız sonunda dayanamayıp serzenişte bulununca, bu serzenişe öfkelenmiş, kendimce intikamımı da sessiz sedasız tenceredeki dolmaları mideye indirip orucumu bozarak almıştım.. Ardından hiçbir şey olmamış gibi, bir katil soğukkanlılığıyla olay yerine geri dönmüş, iftar sofrasına oturup ezanı beklemiş, müezzinin sesini duyar duymaz ikircikli bir huşu içinde bir kez daha orucumu açmış ve kalan dolmaları yemeye devam etmiştim.. Her ne kadar artık oruç bozmasam da haliyle, iftar zamanı yaklaştıkça saatle sık sık göz göze gelmeyi sürdürüyorum.. İdarenin öğle ve akşam verdiği yemekleri birleştirip, hapishane şartlarında hayli zengin olarak nitelendirilebilecek sofraya oturup, ezan başlar başlamaz kaşığı tabakla buluşturuyor ve ‘mübarek on bir aylar’a bir adım daha yaklaşmanın hazzını yaşıyorum.. Yemekten sonra bulaşık faslı da bitince, koridordan gelen gürültüye kulak kabartıp, tangır tungur seslerinin hapishanenin demir eşya taşıma arabasına ait olduğunun farkına varıyorum.. Koğuş kapısının minicik camından bakıp, bir arkadaşımın sürpriz tahliyesine tanıklık ediyorum.. Benim ‘geçmiş olsun’ seslenişim, onun ‘Allah kurtarsın’ temennisiyle kucaklaşıyor.. Hafiften iç geçirip ışığı kapatıyor ve uykunun o sıcacık ipeksi koynuna sokuluveriyorum..
****
‘Küçük şeylerden mutlu olma’ klişesinin, vücut bulduğu yer mapushane.. Burada demir kapıların, pencerelerin, parmaklıkların kahverengisi öyle öyle koyu ki, sanki bin gündür hiçliğe bakıyorum.. Bakışlarımla delip geçmek istiyorum o boyayı, koğuştan kazıyıp atmak istiyorum, olmuyor.. Ben de koğuşu arkadaşlarımın gönderdiği kitaplar, benim için çizdikleri resimler, dergilerden kestiğim kupürler, açık görüş gününde çektirdiğim fotoğraflar ve pencere parmaklıklarının arasına dizdiğim limonların sarısıyla renklendirmeye çalışıyorum.. Mücadelem sürerken, çok hoş bir sürprizle karşılaştım.. Daha önceki masa örtülerinin aksine, son aldığım rengarenk çıktı.. Yeşil, pembe, sarı zemin üzerine porselen fincan ve demlik resimleri.. Aman Allah’ım ne büyük mutluluk.. Gözüm gibi koruyorum; mürekkep lekesi bulaşmasın diye üzerinde gazete okumuyorum; yeşiline, sarısına, pembesine yemek dökülmemesi için her daim müteyakkızım.. Bir de yine kantinden tedarik ettiğim kalp şeklinde kırmızı masa saati var.. Seçme şansım olsaydı, herhalde bu kadar feminen bir saat edinmezdim.. Ama bir taraftan da iyi oldu.. Mahzun gönlümdeki matem havası dağılır ve bir gün yeniden saçlarının omuzlarına dökülen kıvrımlarında baharlar uçuşan bir kadın seversem, saati ona hediye edip, yanına da şöyle bir not iliştireceğim: “Hapishanede satın aldığım ve özgürlüğüme kavuşana kadar koğuşumda kullandığım saat.. Pilini çıkardım.. Çünkü ‘Bir bozuk saattir yüreğim, hep sende durur’”.. Öyle işte..
****
Bu cinnet hali mahpuslukta yürümek huzur veriyor.. Sait Faik gibi ‘Bıraktın beni ey hakikatler! Yürümek istiyorum’ diyerek, kendimi uzunluğu beş adım ama düşünsel derinliği hadsiz olan avluma atıveriyorum.. ‘Sloganın ilkenin ideolojisi’ olduğunu bildiğimden, kalıplaşmış tüm söz dizilerinden sıyrılıp, zihnimi özgürleştirdikçe özgürleştiriyorum.. Vonnegut’un ‘Ne düşünürsen düşün ama artık başka bir şey düşün’ nasihatini selamlayarak, geride kalan sancılı yıllara bambaşka zaviyeden yaklaşmaya gayret ediyorum.. Son tahlilde ilkesel olarak duruşumu teyit etsem dahi ‘ötekine yaklaşım’, ‘üslup’ ve ‘devlete bakış’ gibi çetrefilli meselelerde eksik ve hatalarımı itiraf edip, tüm bu yanlışları bir kez daha tekrarlamayacağıma dair bin hapis günü nihayetinde arınmış, arındırılmış, çırılçıplak soyunmuş benliğimle kocaman bir söz veriyorum.. Kalemler kılıçtan keskin olmasın.. Kesmesin artık kalemler, birleştirsin; yaralamasın kalemler, yara sarsın; kan kılıçtan damlar, kalemlerden bir şey damlayacaksa şayet bırakın acıları yıkamak için gözyaşları damlasın..
****
Hapishanede çeşitli inanç ve düşünce gruplarına mensup birçok kişiye ‘Çıktığında ilk ne yemek istersin, en çok neyi özledin? diye sorduğumda, aldığım cevap hep ‘sahanda yumurta’ oluyor.. Sanırım geçen yıldı; Aydınlık Gazetesin’ne mülakat veren ve Ergenekon’dan hapis yatıp çıkmış bir subay da en fazla sahanda yumurta hasreti çektiğini söylüyordu.. Bu küçük kamuoyu yoklamam ve sınırlı araştırmam, sahanda yumurtanın düşünce ve inançlar üstülüğünü kanıtlar mı, bilmiyorum.. Kanıtlarsa şayet, toplum olma vasfını büyük bir süratle kaybeden bu ülkenin insanları, belki sahanda yumurtanın etrafında birleşir, kimbilir! Bu da benim sürreal önermem olsun..
****
Zaman kavramı üzerine düşünmek ve ‘zamanın halleri’ni deneyimleyebilmek açısından hapishane tam bir labaratuar.. Pek yakın tarihte bilim insanları tarafından fotoğraflanan, dünyamızdan elli beş milyon ışık yılı uzakta yer alan ve kütlesi de güneşten altı buçuk milyar kat daha büyük olan karadelikle ilgili bilgileri okurken, kendimi o sonsuz karanlığın içinde hissettim.. Karadeliğin geri dönülemez noktasına, içeri girenin artık çıkışının olmadığı yere ‘olay ufku’ deniliyor.. Teoriye göre, tam bu noktada zaman duruyor. Yani hep ‘şimdi’ yaşanıyor.. Aynı karadelik gibi hapishane de insanın ışığını emiyor.. Zamanı eğip büküyor mahpusluk, kısaltıyor ve nihayetinde ‘olay ufku’na getirip durdurarak, her anını şimdiye, her anını ‘tıpkı’ ya dönüştürüyor.. Bu fikri savunanlara göre, zaman dışına çıkmayı başarırsa insan ya da ‘tevhidin anlamı’ şeklinde bir tabir edilen ‘kadim ile irtibat kurma’ yı becerebilirse, o an her türlü tasadan ve endişe fikrinden kurtulur.. Kim bilir, hapishane belki de bizi zamanın dışına sürükleyip özgürleştiriyordur da biz farkına varamıyoruzdur!
EMRE SONCAN / SİLİVRİ HAPİSHANESİ
Mektubun el yazılı orijinal hali:
Kaynak: ahmetdonmez.net