Le Monde’dan Jean-Baptiste de Montvalon’un Fransa’yı merkeze alarak gazeteciliğin tarihini özetlediği yazısı 24 Ocak 2019’da yayınlandı ve Onur Bülbül tarafından çevrildi.
1631’deki resmî kuruluş tarihinden bu yana gazetecilik hem değer verilen hem de hakaret gören bir meslek olmuştur. İlk gazetelerden günümüz sosyal ağlarına kadar gazeteciliğin tarihi aslında güven duymamanın tarihidir.
“İşbirlikçi gazeteciler!” Sarı Yelekliler tarafından Paris’teki eylemlerde gazetecilerin önünde atılan bu slogan aynen bugünkü anlamda ta 1631’de başkentin sokaklarında yankılanabilirdi. Şöyle bir gözümüzde canlandıralım: La Gazette (Fransa’da 1631 yılında Théophraste Renaudot tarafından kurulmuş gazete) saldırıya uğramış, tehdit altında ve patronu Renaudot, çalışma odasında rehin alınmış. Gazetenin çıkmasına engel olunuyor.
Fakat bunların hiçbiri Fransa’nın ilk süreli yayını olan La Gazette’in başına gelmedi. Çünkü tirajı 300 ile 800 arasında gidip gelen bu gazete, kralın imtiyazı ile kurulmuştu yani devletin tekeline sahipti. Ayrıca Kardinal Richelieu’nün de yarı resmî yayın organı olarak dört sayfa halinde çıkıyordu. Tam anlamıyla sarayın gazetesiydi. 1762 yılına gelindiğinde ise gazetenin bu özelliği alt başlıkta açıkça dile getiriliyordu: “Kraliyet hükumetinin resmî organıdır.”
1631 yılı sembolik olarak gazeteciliğin doğduğu yıl olarak kabul edilir. Tarihçi Christian Delporte’a göre gazeteciliğin ilk günahı daha o yıllarda “iktidara bağımlı bir iktidar karşıtı” olmasıdır. Bu eleştiri, tarih boyunca gazeteciliğe yöneltilen ve haklı kabul edilebilecek eleştirilerden sadece bir tanesidir. Robert de Jouvenel, Yoldaşların Cumhuriyeti (La République des camarades, éditions des Equateurs, 2014) kitabında şu saptamada bulunur: “Hiçbir meslek gazetecilik kadar övülmemiş ve gazetecilik kadar hakaret görmemiştir.”
Gazeteciye tehdit ve saldırı
Le Monde gazetesinin eski yayın yönetmeni Thomas Ferenczi, Fransa’da Gazeteciliğin İcadı (L’Invention du journalisme en France, Plon, 1993) kitabında Fransa’da gazeteciliğin 1631 yılından beri aynı tepkilere maruz kaldığını belirtiyor: “Eleştiriler, mesleğin saygınlık kazandığı on dokuzuncu yüzyılın sonunda bile durmadı. Yirminci yüzyılda da durum değişmiş değildir. Bu meslek geçmişteki kara lekeyi hâlâ taşımaktadır.”
Yirmi birinci yüzyılın başının da bu anlamda farklı olmadığını görüyoruz. Hatta bu dönemde üzücü ve kaygı verici bir “yenilik” daha görülüyor. Gazeteciler artık sadece eleştirilmiyorlar, özellikle protesto gösterilerinde görev alan gazeteciler bazen güvenlik güçleri tarafından bazen de göstericiler tarafından tehdit ediliyor, fiziksel saldırıya uğruyorlar.
Medyaya duyulan bu istikrarlı nefret sorgulanmaya değer bir durumdur. Bu konuya “tabak sevdiği deriyi taştan taşa çalarmış” tabiri uygun düşecektir. Bilginin hayati önemi ve bilgiyi aktarmakla yükümlü insanların ağır sorumluluğu bu hikayenin kaba taslak anlatmaya çalışacağımız ana fikrini teşkil ediyor. Fakat özetle diyebiliriz ki güvensizlik ilgisizlikten her zaman daha iyidir.
Basın, ilk zamanlarında sadece eğitimli elitlere hitap ediyordu. Elitler, basında krallık rejiminin baskıları nedeniyle yalnızca edebiyat üzerine çeşitli görüşler bulabiliyorlardı. Gazeteye karşı ilk ve keskin eleştiri okları işte bu elitlerden gelmiştir. Aydınlanma çağı filozofları için ise gazeteler sadece bilginin zayıf bir yansımasıydı. Filozoflar, kalem efendilerine ve kalitesiz birtakım gazetecilere hükümlerini birkaç cümlede vermişlerdir. Bu filozoflara örnek olarak gazeteler ve gazetecilerin küçümsendiği, 1751 ile 1772 yılları arasında tamamlanan Diderot ve AlembertAnsiklopedisi yazarlarını verebiliriz.
“İyi bir gazeteci habere çabuk ulaşır, doğrulardan yana olur, taraf tutmaz, sade bir üslup ile yazar. Yani iyi gazeteciye nadiren rastlanır.”Voltaire
Ansiklopedinin gazete ve gazeteci maddelerinden sorumlu olan Voltaire, kesin yargılarda bulunuyordu: “İyi bir gazeteci habere çabuk ulaşır, doğrulardan yana olur, taraf tutmaz, sade bir üslup ile yazar. Yani iyi gazeteciye nadiren rastlanır.” Edebî gazeteler hakkında ise “Bunların çoğu para kazanmak için yayımlanır. Fakat yeterince para kazanamadıkları için gerçek yazarlarla çalışamazlar. Sıradan ve basit hicivler tek sermayeleridir. Sayfalarında genellikle iğrenç insanlar görürüz. Kötülük sayesinde satış yaparlar. Ama akıl ve zevk-i selim sayesinde uzun vadede küçümsenmeye ve unutulmaya mahkumdurlar.”
“Filizlenme ve gelişim”
Konunun daha iyi anlaşılması için Jean-Jacques Rousseau’nun 1755 tarihinde yaptığı özet gazete tanımını da zikredelim: “Kadınlara ve aptallara gösteriş yapmalarını sağlayacak kadar bilgiyi barındıran, münevverler tarafından okunması küçümsenen, kaderi gündüz sehpanın üzerinde parıldamak, gece olunca da banyo dolabının içinde ölüme terk edilmek olan, değersiz, faydasız, günlük eser.”
Kabul etmesi çok kolay olmasa da tam anlamıyla hitap ettiği kitle tarafından hor görülen bir saha ile karşı karşıyayız. Halbuki gazete, medya tarihçisi ve Paris-XIII Üniversitesi’nde bilgi bilimi profesörü Claire Blandin’in de belirttiği üzere, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda henüz bir siyasi tartışmaların olduğu bir yayın değildi.
Christian Delporte’un da altını çizdiği gibi, “basının gerçek doğuşu” Fransız İhtilali ile başlamaktadır. Kral’ın Danışma Meclisi’nin (Conseil d’Etat du roi) 5 Temmuz 1788 tarihinde o zamanki meclisi toplantıya çağırmasıyla birlikte süreli yayınlarda ve tabii hiciv yazılarında büyük bir artış oldu. Jean-Noël Jeanneney, Medyanın Tarihi (Histoire des médias, Seuil, 1996) kitabında bu dönem için “O zamana kadar (Nazi işgalinden kurtuluşta bile) görülmemiş bir filizlenme ve gelişimin yaşandığı bir dönemdir. Krallık idaresinde sadece 36 tane olan matbaa sayısı bu dönemde 200’e çıkmıştır” diyor.
“Fransız basını her zaman iktidarla ilişki içinde olmuştur”
Böylece basın nihayet özgürlüğünü teoride kazanmıştır. Fakat bu özgürlüğü korumak veya yeniden elde etmek için 1830 ve 1848’de başta olmak üzere pek çok kere savaş vermesi gerekmiştir.
Thomas Ferenczi, 26 Ağustos 1789 tarihinde son şekli verilen İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi’nin 11. maddesine dikkat çekiyor: “Düşünce ve kanaatlerin özgürce paylaşılması insan haklarının en kıymetlilerindendir. Yani her vatandaş, kanun ile belirlenmiş hallerde bu hakkın kötüye kullanımından sorumlu olmak şartıyla özgürce konuşabilir, yazabilir ve yayımlayabilir.”
Gazetecilik, gördüğümüz gibi başlangıcından beri iktidar ve siyaset ile düşüp kalkmaktadır, ihtilalden bu yana bunlarla iç içedir. “İhtilal, endişeli geçen uzun senelerden sonra basını siyasetin hizmetine sokmuş ve gazeteciyi de propagandacıya dönüştürmüştür” diyor Thomas Ferenczi.
Révolution de France et de Brabant gazetesinin kurucusu Camille Desmoulins, bir gazeteci olarak vazifesini şöyle tarif ediyor: “Bugün gazeteciler savcı gibi çalışıyorlar. İhbar ediyorlar, karar veriyorlar, yoldan çıkanları yola getiriyorlar, suçsuz bulup serbest bırakıyorlar veya mahkum ediyorlar.” Aynı şekilde “Gazeteci her zaman siyasetçi rolünü üstlenmek istiyor” diyen Christian Delporte burada “yayıncılarımızın köklerini” buluyor: “Fransız basını her zaman iktidarla ilişki içinde olmuştur.”
Gazeteciler, yazarlar ve siyasetçiler o kadar iç içe geçmişlerdir ki bu üçünü birbirinden ayırmak veya hangisinin hangisi üzerinde etkili olduğunu kestirmek gerçekten zordur. Bu karışıklık bir anlamda işin kuralıdır. Pek çok örnekten bir tanesini zikredelim: 1836’da geniş kitlelere hitap eden ucuz gazete fikriyle La Presse gazetesini kuran Emile de Girardin aynı zamanda milletvekili ve senatördü.
Fakat yazarlar, her ne kadar içlerinde basında yer alan hatta gazetecilik yapanlar olsa da Aydınlanma filozoflarının çizgisinden ayrılmamışlar ve elitist bir yaklaşımla gazeteleri eleştirmeye devam etmişlerdir.
19. yüzyılın sonunda basın sanayileşmiştir
Bu yazarlardan biri de Honoré de Balzac’tır (1799-1850). Gazetecilik ve gazeteciler hakkındaki şu vecizeleri ona borçluyuz: “Bir gazeteci için her ihtimal hakikat sayılır”, “Gazetecilik, küçük nefretlerle harekete geçirilen bir mancınıktır”, “Eğer basın var olmasaydı, icat etmek gerekmezdi.”
Bilhassa kendisinden beklenileni veremediği için -ki bu beklentiler çok çeşitlidir- gazetecilik hiçbir zaman itibar kazanamamıştır. Ürettiklerini eleştiren ve meşruiyetini sorgulayan -çoğu zaman da bizzat gazetelerden gelen- sesler eksik olmamıştır.
Bu durum her zaman böyledir. Mesleğin her yeniliği, şiddetli eleştirileri de beraberinde getirmiştir. Gazetecilerin iktidarla gizli anlaşma yaptığı gibi bazı eleştiriler ise her zaman tekrar edilmektedir. Bunlardan bir diğeri de haberin yayılma hızıyla ilgilidir. Telgraftan sosyal ağlara gelinceye kadar teknoloji gelişmiş fakat haberlere duyulan şüphe aynı kalmıştır. Nihayet, on dokuzuncu yüzyılın sonunda basın sanayileşmiş, gazetelerin tirajları hatırı sayılır derecede yükselmiştir.
Basın özgürlüğü hakkındaki 1881 Kanunu’ndan üç yıl sonra, Le Matin gazetesi çıkmaya başlar. Anglosakson modelinden esinlenen gazetede öncelik; bilgiye, röportaja, haberlere ve söyleşilere verilmektedir. Çok geçmeden bu tavrından ötürü halkın hoşuna gidecek yayınlar yapmakla suçlanacaktır.
Nitekim Emile Zola, 1888’de La Morasse’a yazdığı önsözde şöyle demektedir: “Dizginlenemeyen haber ve bilgi dalgası gazeteciliğin şeklini değiştirdi, önemli makaleleri ve edebiyat eleştirilerini öldürdü; onların yerini her gün biraz daha resmî yazışma, önemli önemsiz haberler ve muhabir tutanakları aldı.”
Yine de bardağın dolu tarafını görelim. Gazetecilik, öyle veya böyle kendi gelişmesini başarmış, on dokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren de bağımsızlık kazanmış bir meslektir. 1880’den sonra gazeteci dernekleri de çoğalmıştır. İlk uluslararası basın kongresi Londra’da 1893’te gerçekleşmiştir. 1899’da ise Paris’te bir basın yüksekokulu kurulmuştur.
Gazetecilik yavaş yavaş edebiyattan ve siyasetten bir şekilde ayrılarak mütekamil bir meslek haline gelmektedir. Fakat rüşvet olayları, gazetecilerin satın alınabilir olduklarını ve siyasilerle yaptıkları ortaklıkları ortaya çıkararak gazetenin ilerleyişine engel olmaktadır. Basın bu anlamda, Zola’nın L’Aurore gazetesinde yayımladığı meşhur Suçluyorum başlıklı makalesi ile noktalanan Dreyfus olayı gibi büyük tartışmalar ve rezil entrikalara şahit olacaktır.
“Rusya borçları ve Panama Skandalı”
Tarihçi Marc Martin, 2016’da Le Temps des médias dergisinde yayımlanan makalesinde “İş hayatında dönen para, özellikle İkinci İmparatorluk döneminden başlayarak ekonomik ve mali konularda basını el altından daima desteklemiştir” dedikten sonra ekliyor: “Bu hakikat tarihimize iki temel hadiseyle perçinlenmiştir. Birincisi on dokuzuncu yüzyılın sonundaki Panama Skandalı, diğeri ise 1923 ve 1924’te ortaya çıkan Çarlık Rusya hükumetinin borçları tartışılırken Paris gazetelerine para göndermesidir.”
Birincisinde, Okyanuslararası Panama Kanalı Şirketi’nin nasıl gizli anlaşmalar ve rüşvetlerle satın alındığı 1892’de Edouard Drumont’un gazetesi La Libre Parole’de ortaya çıkarılmıştı.
Kasım 1923’te ise L’Humanité gazetesi okurlarına “Rusya İmparatorluğu Arşivi’nden alınmış gizli belgeleri” duyuruyordu. Belgelerin yayımlanması “satılık basının haydutlarına, vatanperverlik pazarlayanlara, ahlak bekçilerine, banka ve borsa şarlatanlarına, satılık gazeteci ve milletvekillerine acımasız bir yumruk gibi” inecekti.
Birinci Dünya Savaşı sırasında ise medyadaki “beyin yıkama” faaliyetleri yeniden güvenilir haberin sorgulanmasına sebep oldu. Claire Blandin, savaşın “gazeteler ile iktidar arasındaki suç ortaklığını” ortaya çıkardığını söylüyor ve konuyu “kamuoyu ile büyük basın organları arasında tam bir ayrılık” olarak nitelendiriyor.
Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki dönemde ise basın birkaç önemli röportajın prestiji ile hiç parlak olmayan birtakım hadiseler arasında gidip geliyordu. Jean-Noël Jeanneney’nin gözlemlerine göre bu dönemde “bir tarafı parlarken öbür tarafı iliklerine kadar çürümüş basın, 1940’a kadar genel olarak parayla iş görüyordu. Gazeteciler ise daha ziyade yayımladıkları değil, yayımlamadıkları dosyalarla geçiniyorlardı.” Claire Blandin ise yeni yaygınlaşan radyo hakkında aydınların “kitleleri aptallaştıran bir araç” eleştirisi ile günümüzde sosyal ağlara yöneltilen eleştiri okları arasında bir paralellik kuruyor.
Nazi işgali yıllarında çıkmaya devam eden gazeteler, işgalden sonra temiz bir sayfa açıp yeniden ayağa kalmaya çalışıyorlardı. 1944’te Le Monde kuruldu. Bir yetki sistemi getirildi. Christian Delporte, 1947’ye kadarki “umutla dolu altın çağı” açıklarken “İlk defa sermaye göstermeksizin gazete kurulabiliyordu. Ne rekabet vardı ne de reklam” diyor. Bu altın çağ; haber gazeteleri düşünce ağırlık gazetelere baskın gelinceye kadar devam etti. Jean-Noël Jeanneney ise “Basın için en güzel yıllar ellili ve altmışlı yıllardır” notunu düşüyor.
De Gaulle’ün el koyma dönemi
Charles de Gaulle yönetiminin sesli ve görüntülü basını tekelleştirme girişimi, basını iktidarın emrinde olmakla suçlayan eleştirileri besledi. Çağdaş tarih profesörü François Robinet “Suç ortaklığı eleştirisi günümüze kadar gelmektedir” dedikten sonra ekliyor, “Paris’in merkezinde gazete ve iktidar arasında daima bir yakınlık olmuştur”.
1995 kışında gerçekleşen grev hareketinde ise grevcilerin iktidar tarafından ayrıcalıklı olduklarına inandıkları medya devlerine yönelttikleri eleştiriler, bu konudaki en ileri seviyelerden biriydi. Nihayetinde “medya sektöründe demokratik bir hareket için” verilen bir dilekçe ile Medya Gözlem Derneği (Acrimed) kuruldu. Yazılı ve görsel basına karşı bu şiddetli eleştirel bakış, sosyolog Pierre Bordieu’nün aynı yıl yayımladığı Televizyon Üzerine (Sur la télévision, Liber-Raison d’agir, 1996) başlıklı deneme kitabındaki argümanlara dayanıyordu.
Burada iki esas nokta vardır: Birincisi gazetecilerin ekonomik ve politik güçlerin propagandacıları olduğu eleştirisi, diğeri ise basın hayatının gazetecilerin tekeline bırakılmasının reddidir. İnternetin gelişmesi ve sosyal ağların yaygınlaşmasıyla gazetecilerin tekeli büyük darbe almıştır. Zengin iş adamlarının eline düşen bu tekel, daha sonra çeşitli finans çevreleriyle kurulan gizli ortaklıklar ve rüşvet şüphelerini yeniden uyandırmıştır.
Basın, geçmişindeki ağır mirası arkasından sürüklemeye devam etmekte ve bir kamyon dolusu eleştirinin hedefi olmaktadır. Bütün bunlar basına duyulan ve giderek azalan güvenin yeniden kazanılmasına engel olmaktadır. La Croix gazetesinde 24 Ocak tarihinde yayımlanan anket göstermektedir ki basına duyulan güven 1987’den bu yana en düşük seviyesindedir.
Peki bu olumsuzluklara karşı ne yapmalıyız? Sözü ilk kadın gazete yöneticisi olan Caroline Rémy Séverine’e (1855-1929) bırakalım. Le Cri du peuple gazetesinin yöneticisi ve Jules Vallès’nin yakını 1924’te şöyle diyor: “Bizim mesleğimiz layıkıyla yapıldığında güzel ve gerekli olan bir meslektir. Bizi ezen para iktidarlarına karşı direnin, halkın alkışlarına karşı direnin, gazete idarecilerine karşı direnin. Kendinize, mesleğin bir gerçeği olan yalan haberlere, başarıya ve tahriklere karşı direnin.”
Kaynak: Medyascope