Gazeteci Zafer Özsoy, Silivri günlerini yazdı.
O uğursuz günün üzerinden on gün geçmişti, sabah namazını kılmış yatmaya hazırlanıyordum. Kapım çalındı, kameradan çelik yelekli polisleri gördüm. Hanıma ‘hazırlan beni almaya geldiler’ dedim.
Onunla ilk tanışmam işte bu gözaltı sürecinde oldu. İsmini biliyor, yazılarını okuyor, tartışma programlarını da izlemiştim ama hiç yüz yüze gelmemiştim. Gözaltında ikinci günümüzdü, herkes gibi ben de oturuyor ‘neden buradayım’ diye düşünüyor, olayları anlamaya çalışıyordum.
12 metrekarelik 3 hücre ve 2 metre genişliğinde uzun bir koridor düşünün! Ve burada kimler yoktu ki; Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan, Hilmi Yavuz, Şahin Alpay, Mümtaz’er Türköne gibi fikir adamları, Emre Soncan, Ufuk Şanlı, Faruk Akkan, Ali Akkuş, Cuma Kaya, Hakan Taşdelen, Alaattin Güner gibi gazeteci arkadaşlarım, BDDK da çalıştıkları için alınmış bazı Oxford doktoralı beyinler.
Hepimiz kafası önünde kara kara düşünürken, O herkese moral vermeye çalışıyor; Ali Bulaç, Ahmet Turan Alkan gibi yazar arkadaşlarına kültür fizik hareketleri yaptırıyordu. Ben sadece izliyordum; Sıcak, havasız ve yarı karanlık daracık bir odada hiç bir şey yapmadan… Orada 9 günde yaşadığımı 22 ay cezaevinde çekmedim…
Üçüncü günün sonunda ‘Burada vakit geçirmek için bir şeyler yapmamız lazım’diyerek öne çıktı. Herkes kendi uzmanlık alanında ders verecekti. İlk dersi kendisi yaptı. Sonra BDDK’dan gelenlere ekonomi ve borsa anlattırdı. Gözaltındaki bu dersler ve kültür fizik hareketleri, 9 günün sonunda Sulh Ceza Hakimliğinin tutuklama kararı ile son buldu. Artık rotamız belli olmuş Silivri’ye doğru yola çıkmıştık.
Silivri’de üst araması sonrası 22 kişilik gazeteci grubumuz dağıtılmış, her birimiz 3’er kişilik hücrelere konulmuştuk. Oda arkadaşlarım Cihan Haber Ajansı Genel Müdürü Faruk Akkan ile 9 gün boyunca gözaltında izlediğim Prof. Dr. Mümtaz’er Türköneolmuştu.
İlk 3 gün namaz dışında hiç yataktan çıkmadım. Uyuyor, uyanıyor tekrar yatıyordum. Bu bir kabustu ve bir gün gerçekten uyanacaktım. Ama bir türlü olmuyordu. O demir kapıların kapanma sesi her geçen gün kâbusu gerçeğe döndürüyordu.
Kaçıncı gündü hatırlamıyorum; Mümtaz’er hoca ‘Artık yeter cezaevinde yatarak zaman geçmez, vakit tüketmeyi öğrenmeniz lazım’ diyerek günlük yaşantımıza bir düzen getirdi. Gözaltındaki spor ve dersler bizim için yeniden başlıyordu.
5 metre genişliğinde 8 metre uzunluğunda bir avlumuz vardı. Bu avlunun kapıları saat 8’de açılıyor, sayım yapılıyor, ardından ise biz Mümtaz’er hocanın arkasında yürüyüşe başlıyorduk. 30 dakika ile başlayan bu tempolu yürüyüş ve koşu, zamanla günde 2 kez ve birer saate kadar çıktı. İlk başlarda çok zor oluyordu benim için, hem moralsizdim hem de kilolarımın etkisi beni çok zorluyordu. Ama Mümtaz’er hocanın moral konuşmalarını ve 1980 darbesi sonrası Mamak cezaevindeki anılarını dinlemek bana büyük keyif veriyordu. Ben zaman zaman tembellik yapsam da yağmur, kar, soğuk hiç etkilemedi Mümtaz’er hocayı… Hep aynı saat ve zamanda yürüyüş ve sporunu yaptı.
CAM BARDAKTA ÇAY KEYFİ
Cezaevinde ilk günlerimizdi. Ailelerimiz henüz gelmemiş, paramız da olmadığı için kantinden bir şeyler alamıyorduk. Her gün kişi başı birer tane sallama çay veriyorlardı. Ama nasıl içeceğiz, bardak yok. Baktım, Mümtaz’er hoca meyve suyu kutusunun üstünü yırtmış içine musluktan sıcak su -ne kadar sıcak olursa- doldurup içiyor. İlk hafta verilen meyve suyu kutularını atmayarak çay içmede bardak olarak kullandık. İkinci hafta su ısıtıcımız geldi ama henüz yeni tutuklular olarak ‘intihar ederiz’ diye cam bardak verilmiyordu. Kaynar suya da kutu dayanmıyordu.
Derken yan hücrelerle sohbet ederken onlardan birinden bir adet cam bardak aldık. Nasıl mı? 1.5 litrelik bir pet şişenin içinde. O zamanlar henüz avlumuzun üstüne çelik kafes konmamıştı. Yan hücredeki arkadaşlar bir su bardağını kağıt havlulara sararak 6 metre yüksekliğindeki duvarın üzerinden aşırtarak bize gönderdi. Bardağı Mümtaz’er hocaya tahsis etmemize rağmen O, kabul etmedi, “Nöbetle bardakta içeceğiz” dedi. Her çay seansımızda birimiz cam bardakla çayını içti. O cam bardak ile içtiğimiz çaydan aldığımız keyfi boğazda çay içenler almamıştır.
MÜMTAZER TÜRKÖNE İLE AHMET TURAN ALKAN’IN TENİS MAÇI
Üzerimize tel kafesler konana kadar, 6 metrelik yükseklikteki ve dikenli teller ile çevrili duvarların üzerinden neler gidip gelmedi ki… Gazeteler, çikolatalar, meyveler, kitaplar hatta Kur’an-ı Kerim meali bile. Mümtaz’er hoca, tam bir keskin nişancı idi! Duvarların üstündeki dikenli tellere takmadan, iki bazen üç hücre ilerideki avluya bile bir şeyler gönderebiliyordu. Hoca fizik alanında da doktora yapabilirmiş! Doğru hücreye denk getirmek çok zordu.Bunun kolay olduğunu düşünen olursa denemesi bedava!
Mümtaz’er hoca 1980 darbesi sonrası da cezaevinde kalmış ve işkence görmüş. Çıktıktan sonra 10 yıla yakın boğazlı kazak giyememiş, boğulma hissini hatırlatıyor diye. Kıdemli bir tutuklu olarak herkese moral dağıtmaya çalışıyordu. Sadece bize değil sağımızdaki solumuzdaki, önümüzdeki ve arkamızdaki tüm hücrelere enerjisi ile yetişiyordu. Onlarla muhabbet ediyor moral ve motivasyon veriyordu. Biz C2 koridorunda kalırken Ahmet Turan Alkan beyler C1 koridorundaydı. Bağırarak konuşmak kolay da tenis nasıl oynanır? Arada 10 metre mesafe ve 10-12 metre yüksekliğinde iki katlı hücremiz ve çatı var. Ama adınız Mümtaz’er olunca her şey kâbil! Bir limonu gazete kağıda ile kaplayıp sonra da onları bantlayarak sağlamlaştırdı. Artık bir tenis topumuz vardı. Ve o top bir bizim avluya bir de öbür avluya gidip geldi. Zaman zaman topun yan avlulara kaçması ile onlar da bizim oyuna katıldılar. Kimler mi valiler, rütbeli askerler, gazeteciler, hakimler, profesörler… Sizi cezaevine hapsedebilirlerdi ama içinizdeki enerjiyi ve coşkuya; işte ona kelepçe vuramıyorlardı.
Kaynak:TR724