Susma Platformu, 9 Ekim’de Kocaeli Dayanışma Akademisi (KODA) ev sahipliğinde Online Medya ve İfade Özgürlüğü: Engeller ve Olanaklar başlığı altında gerçekleştirdiği söyleşiyle Kocaeli’ndeydi.
Kültigin Kağan Akbulut moderatörlüğünde, Türkiye medyasının ifade özgürlüğü açısından dönüşümü ve son yıllarda ana akım medyanın tek sesliliğine alternatif olarak yükselişe geçen çevrimiçi medyaya yönelik engellemeleri odağına alan söyleşinin konukları Gazete Duvar Genel Yayın Yönetmeni Ali Duran Topuz, Deutsche Welle Türkçe’den Burcu Karakaş ve akademisyen Adem Yeşilyurt’tu.
Online habercilikte üç yılı geride bırakan Gazete Duvar’ın genel yayın yönetmeni Ali Duran Topuz, medyanın icat olduğundan beri devletin ilgi alanında olduğunu hatırlatarak başladığı konuşmasında önce 1950’lerden bugüne Türkiye’de gazetecilik kimliğinin nasıl biçimlendiğini özetledi. “Gazetecilik 80’e kadar güçlü bir kimlik olarak kurulmuştu, darbeden sonra sıkıyönetim koşulları uygulandı, 24 Ocak kararlarıyla birlikte devletle özdeşleşen gazetecilik geçerli oldu” diyen Topuz, 90’larda gazete sahipliğinin yüksek sermayeye teslim edildiğini vurguladı: “Bu yüksek sermayenin siyasi taleplerini savunanlar ünlü gazeteciler olarak öne çıkarıldılar. Hem mesleki hakların içinin boşaltıldığı, hem meslek içi eğitimin hem toplumsal ilgilerin yasaklandığı, iyi gazeteciliğin prim görmediği bir süreçti. Devlet zaman zaman baskı yapmaya kalksa bile asıl baskı ve sansür gazete yönetimlerinin kendisinden geliyordu ve zaten hükümetlerle işbirliği içindeydiler, hatta kimi zaman devletle kendilerini özdeşleştirerek hareket ediyorlardı.”
Alternatif medyanın oluşum hamlelerini de bu tarihlerde gördüğümüzü söyleyen Duran, 90’larda muhalif yayınlara, özellikle de Kürt basınına ağır müdahaleler yapıldığını anımsattı. “O dönem yine de sol ve Kürt medya çalışanları hariç, genel kamusal alan içinde söz alacak kişiler yargılandığında hukuki bir hassasiyet ve kamu ilgisi oluyordu” diyen Topuz, AKP iktidarının ilk iki yıl demokratikleşme söylemi ekseninde, Doğan Medya’nın da kendi iktidarını tahkim edecek bir serbesti alanı oluşturduğunu belirtti.
“Yasak ve sansürün dışında hiçbir unsurunun doğru olmadığı içeriklerin ana akımda yayılması ise 2004-2005 gibi başladı. Gezi ve 15 Temmuz’la birlikte de eski dönemin kötülükleri miras olarak alındığı gibi, ‘antihaber’ üretilmesi ve standart gazetecilik mekanizmasının hiçbir şekilde çalışmaması söz konusu oldu. Ana akımda mesleğin temel kurallarını bilen insanlar vardı, son 3-4 yıl içinde her şeyin partiye bağlı olduğu bir medya oluştu. İktidarda bulunanların neyden hoşlanacağını hayal edip bunu kurmaya çalışan kişiler dönemin normali oldu. Sansür ise gazeteye giden talimatlar aracılığıyla neyin yazılmayacağına değil, neyin yazılacağına dair oldu” sözleriyle de bugüne nasıl gelindiğini özetledi.
Bu dönemin anti hukuk ve anti gazetecilik şeklinde işlediği, sansürün bu kadar açık yürüdüğü bir dönemden hiç geçmediğimizi vurgulayan Topuz, Gazete Duvar’ın erişim engeli uygulamasıyla şimdiye kadar az karşılaştıklarını, bunun Gazete Duvar’ın yeni olmasından kaynaklı belirli bir okunma oranı üzerine çıkmadığı için olduğunu söyleyerek başka bir tür engelden bahsetti: “Hükümetle ya da yargıyla yakınlığı olan birtakım kişiler kendileriyle ilgili olduğunu düşündükleri haberler hakkında başvurup erişim engeli alabiliyor. İlk iki yılda erişim engeli geldiğinde karara uyup hemen kaldırıyorduk. Bunu yapma sebebimiz öncelikle yaptığımız haberlerle sesimizi duyurmaktı. Bir diğer nedeni hukuki mücadelenin de maddi külfeti olmasıydı” diyen Topuz bir süredir Kerem Altıparmak’ın teklifiyle birkaç yayınla birlikte erişim engellerine itiraz etmeye başladıklarını söyledi.
2015’te Milliyet’ten çıkarılan ve serbest gazeteci olarak çalışmaya başlayan Burcu Karakaş ise internetin sağladığı olanaklar vesilesiyle kendini bu mecrada bulduğunu belirterek “Milliyet’ten ayrıldığımdan beri neredeyse yazılı basında haberim çıkmadı. Bu, benim için de yeni bir şeydi. 10 Ekim Ankara Katliamı zamanında Medyascope yeni kurulmuştu, stüdyosu da yoktu. Ruşen Çakır işsiz gazetecileri arıyordu. Ana akımda hiçbir yayının doğru düzgün haber yapmadığını görünce, evimde gayet ilkel koşullarda bir saat boyunca bir yayın yapmıştım. Hepimiz kafa göz yara yara öğrenmeye başladık internet haberciliğini” dedi. İnternetin bütün sansür ve erişim engellerine rağmen iyi bir mecra olduğunu vurgulayan Karakaş, “Çünkü online medya sürdürülebilirlik açısından işliyor ve habere ihtiyaç var, sadece formu değişiyor, tam da böyle zamanlarda daha da önem kazanıyor habercilik. BBC Türkçe ve DW Türkçe gibi uluslararası medyanın göze batmaya başlamasının sebebi de haber yapan mecra kalmadığı için” dedi. DW Türkçe’de herhangi bir sansür mekanizmasıyla karşılaşmadığını söyleyen Karakaş, tam tersi kendisini zorlayan haberler de sipariş edildiğini ve otosansürün kaçınılmaz hale geldiğini belirtti.
Burcu Karakaş; SETA’nın Türkiye’de çalışan yabancı basına dair bir fişleme niteliğinde hazırladığı rapora da değinerek “Hükümete yakınlığıyla bilinen bu düşünce kuruluşu, çok düşünmüş ve Türkiye’de çalışan yabancı basına dair bir rapor hazırlamış. Yenilenen İstanbul seçimlerinden hemen önce SETA’da çalışan biri ‘bizim de elimiz armut toplamıyor’ diye giriş bölümünden bir bölüm paylaşmıştı, raporun tamamı seçimlerden sonra açıklandı. BBC Türkçe, EuroNews, Sputnik, DW Türkçe, Amerika’nın Sesi Türkçe gibi yayınlarda çalışanlar ve yaptıkları haberlerin dökümünü, sosyal medya paylaşımlarımızı listelemişler. Kamuya açık şeyleri ne gibi bir ihtiyaçla böyle sundular, saçmaydı ama bu bir tür fişleme sonuç olarak. Seçimi İmamoğlu’nun almasının ardından yayımlandığı için o atmosferde kimse ciddiye almadı. Başka bir zamanda bu rapor üzerinden bir dava açılırdı diye düşünüyorum” dedi.
Kocaeli Dayanışma Akademisi akademisyenlerinden Adem Yeşilyurt ise Medyascope, Artı Gerçek, Özgürüz, Independent gibi yurtdışından yayın yapan kanallar; Netflix, BluTV gibi online TV kuruluşlar ya da bireysel olarak youtube üzerinden yayın yapan alternatif online girişimleri hatırlatarak RTÜK’ün online yayın kuruluşlarını denetleme isteğinin iki yıldır iktidarın gündeminde olduğunu belirtti. Yeni internet yasasının 1 Ağustos 2019’da yürürlüğe girmesiyle birlikte yayın lisansı için RTÜK’e şimdiye kadar 600’den fazla kuruluşun başvuru yaptığını söyleyen Yeşilyurt, bu durumun lisans almak isteyen kurumlara ciddi bir mali külfet getirdiğini vurguladı: “Internet radyosu lisans başvurusu yapmak için bile 10 bin TL ödemeniz gerekiyor. Eğer bu internet TV ya da yayın hizmetiyse 100 bin TL’lik yayın lisansı ödemeniz gerekiyor. Platform işletmecisiyseniz 100 bin TL’lik başvuru ücretinin yanı sıra yıllık 100 bin TL’lik yayın iletim yetkisi ödüyorsunuz, ayrıca satışların binde 5’ini de RTÜK’e veriyorsunuz.” Sansür konusunda ise ne olacağını kimsenin bilmediğini söyleyen Yeşilyurt, “Başvurular 3 Eylül’de yapıldı ve henüz açıklanmadı. RTÜK bu başvuruları değerlendirip uygun bulunanlara lisans verecek. Bu yüzden denetim/sansür bu başvuru aşamasında işleyecek mi bilmiyoruz. Ayrıca başvuru yapan tüm platformlar 6112 sayılı RTÜK kanununa uymak zorunda. Kanun Türk aile yapısı, genel ahlak, toplum yararına göre yayıncılık yapma, terör propagandası, siyasi tarafgirliği yasaklama gibi keyfi ve geniş bir uygulama alanı olan bir kanun. Mesela Medyascope’u düşünelim; bu kanal politik yayın yapmayacak mı ya da Netflix bütün dizileri kaldıracak mı?” sözleriyle de yasanın şu haliyle uygulanabilir görünmediğini ifade etti.
RTÜK ve BTK’nın, yayın hizmetlerinin denetlenmesi için bir merkez kurabileceği ya da ihbar üzerine hareket edilebileceği bilgisinin de yönetmelikte yer aldığını söyleyen Yeşilyurt, sektöre henüz girmemiş platformların da geri durma ihtimallerine değindi:
“Netflix’in 1,5 milyondan fazla abonesinin olduğu bir ülkeden çekilmek istemeyeceğini biliyoruz, iktidar da ‘benim ülkemde bu kadar para kazanıyorsan benim yayın politikama, isteğime göre yayın yapacaksın’ diyor. Bir de işin kültürel iktidar meselesi var. AKP madem kültürel iktidar olamadık o zaman üretilen her şeyin üstüne bir denetim getirip onu kontrol edelim diyor.”
“Hakikat sonrası” ve “yalan haber” kavramlarına da dikkat çeken Yeşilyurt, ABD’de halkın yüzde 62’sinin haberi sosyal medyadan aldığını belirterek Rusya’nın müdahil olduğu Trump’ın “başkanlık seçim sürecinde Rusya ile gizli iş birliğine girdiği” iddiasını taşıyan soruşturmanın sürdüğünü, Cambridge Analytica’nın Facebook verileri üzerinden ABD başkanlık seçimlerine müdahale ettiği tartışmasının da devam ettiğini hatırlattı. “Tüm bunlar dijitalde üretilen yalan haberlerin bir tür siyasi manipülasyona uğramasına sebep oluyor. Oysa bizde tam tersi, ana akım denen yer bu uydurma haberleri o kadar çok üretiyor ki biz sosyal medyada üretilenden çok onlarla uğraşıyoruz. Hatta arkasındaki hakikati anlayabilmek için online, muhalif medyaya bakıyoruz. Tam da bu yüzden ana akım yayınlar aşırı düştü ve online yayıncılık yükselişe geçti.”