Yaklaşık 4 yıldır cezaevinde olan gazeteci, TRT spikeri Hamza Günerigök, yazdığı mektubunda, kendisi hapishanedeyken doğan kızıyla ilk karşılaşmasını anlattı. Hapishane kapısının arkasında bir çocuğun kapılara vurarak ’’Kapıyı aç, kapıyı aç!’’ diye bağırdığını belirten gazeteci, hukukun zayıfın takılıp kaldığı, güçlünün yani muktedirin delip geçtiği bir ağ olduğunu belirtti.
6 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılan ve yaklaşık 4 yıldır cezaevinde olan gazeteci, TRT spikeri Hamza Günerigök, kaldığı cezaevinden mektup yazdı. Yeni doğan kızını hapishanede ilk defa görüş gününde gördüğünü anlatan Günerigök, “Bana ulaşmak, yanıma gelmek istiyor kızım. Elini uzatıyor: Cam! Tutup sarılmak istiyorum kızıma; aramızda geçit vermeyen koca bir cam! Camı buğulandırıp bir kalp çiziyorum. Bir camın arkasında da olsa onun için atan bir kalp olduğunu bilmesi için. Parmak uçlarını camın üzerinde dolaştırıyor. Kirli, buğulu bir hapishane camına, sevdiklerimize dokunurcasına dokunuyoruz. Fazlası yok! Fazlası yasak!” dedi.
“Kendimden Bahsetmeye Utanıyorum”
Hakkında hiç bir delil olmamasına rağmen cezaevinde olduğunu belirten Günerigök, “Bu enkazın ortasında kendimden bahsetmekten utanıyorum. 45 aydır hiçbir somut gerekçe gösterilmeden tutukluyum. Yerel mahkemenin verdiği ceza süresi dolduğu halde, tahliye edilmiyorum. Gerekçe henüz onaylanmış bir cezamın bile olmaması. Ne hükümlü, ne tutuklu, bir tür rehin alınma hali.. Ve maalesef bu durumda olan tek kişi de değilim.” dedi.
Hapishanede Tutsak Çocuk!
Kadınlar kısmının önünden geçerken bir çocuğun sesini de duyduğunu aktaran Günerigök, “Sımsıkı kapalı bir koğuşun demirden kapısının arkasında bir çocuk sesi.. ’’Kapıyı aç, kapıyı aç!’’ diye bağırıyor küçük bir çocuk. Minik avucunun içiyle kapıya vurduğunu duyuyorum sonra. Annesiyle beraber bir hapishane kapısının arkasına kitlenmiş bir çocuk. Yeryüzündeki hangi suç, hangi günah bir annenin çocuğuyla beraber bir kapının ardında tutulmasını haklı kılabilir ki?” diye soruyor.
İşte Hamza Günerigök’ün Mektubunun Tamamı…
Hukuk, O Eski Örümcek Ağı
Altı ay sonra kızımı kirli, buğulu bir hapishane camının arkasından görüyorum. Tam da evlilik yıldönümümüzde bir kızımız olacağını öğrenip sevinmiştik. Kızım annesinin karnında bir umut olarak büyüyor, henüz dünyanın ne ürkütücü uğultularla ne korkutucu zulümlerle dolu olduğunu bilmeden.
Basın kartlarımız sorgusuz sualsiz iptal edilmiş, bir gece yarısı KHK’sıyla işlerimizden atılmıştık. Ama umudumuzu diri tutuyorduk. ‘’Yanlış hesap Bağdat’tan dönerdi.’’ Bağdat o eski Bağdat değildi kuşkusuz. Harun Reşid’in masallarda tebdil-i kıyafet halkının arasında dolaştığı barış kenti hiç değildi. Fakat bir darbı meselin ötesinde anlam yüklüydü bu söz. Öyle olmadı, yanlış hesap hiçbir dönemeçten dönmedi. Ha bire oydu açtığı yaraları.
Kızım doğduğunda çoktan tutuklanmış bir hapishaneden başka bir hapishaneye ellerim kelepçeli sürülüyordum. Dördüncü yaşına adım atan kızımı şimdi 6 ay sonra bir kapalı görüş camının arkasından görüyorum. Ürkerek annesinin arkasına sığınıyor. Utanıyor, fotoğraflarından baba diye tanıdığı kişi şimdi dokunamadığı bir yakınlıkta bir camın arkasından ona bakıyor. Çocuklar da artık hapishanelerde kavuşmanın sınırlı zamanlar olduğunu, birazdan bir gardiyanın gelip onları dışarı çıkaracaklarını biliyorlar. Bana ulaşmak, yanıma gelmek istiyor kızım. Elini uzatıyor: Cam! Tutup sarılmak istiyorum kızıma; aramızda geçit vermeyen koca bir cam! Camın diğer tarafında kızım kanatlarını cama çarpıp her defasında geri düşen bir serçe telaşıyla yüzüme bakıyor. Yüzünde kendisi kadar küçük bir maske ve çaresizlik. Korona salgını nedeniyle, ayda bir 45 dakika yapabildiğimiz açık görüşlerimizde yok artık. Pes ediyor, uzatılan ahizeye de tek kelime etmeden oturup kalkıyor görüş camının önündeki pervaza.
Çaresizlik!
Bir camın arkasında tutsak edilmiş baba ne yapabilir kızı için? Camı buğulandırıp bir kalp çiziyorum. Bir camın arkasında da olsa onun için atan bir kalp olduğunu bilmesi için. Camın önünde yeniden ayağa kalkıp ışıl ışıl gözlerler önündeki kalbe tebessümle bakıyor. İşte beni daha aylarca hatta yıllarca ayakta tutabilecek tebessüm bu. Bir serçe tedirginliği ile yüreği çarpan kızımın tebessümü.. parmak uçlarını camın üzerinde dolaştırıyor. Kirli, buğulu bir hapishane camına, sevdiklerimize dokunurcasına dokunuyoruz. Fazlası yok! Fazlası yasak! Önümüzde gittikçe silinen kalbe bakıyoruz. Ve hala ilk günkü kadar dünyayı sevginin kurtaracağına inanıyorum. İnanmalı mıyım? Bu, böyle daha ne kadar sürebilir?
Görüş bitiyor, bir daha birbirimizi ne zaman görebileceğimizi, bir sonraki görüşün ne zaman olacağını bilmeden ayrılıyoruz. Kızım muhtemelen bir sonraki görüşe kadar bir kapalı görüş camına parmak ucuyla çizilmiş bir kalple hatırlayacak beni.
******
Koğuşa gelirken kadınlar kısmının koridorundan geçiyoruz. Sımsıkı kapalı bir koğuşun demirden kapısının arkasında bir çocuk sesi.. ’’Kapıyı aç, kapıyı aç!’’ diye bağırıyor küçük bir çocuk. Minik avucunun içiyle kapıya vurduğunu duyuyorum sonra. Annesiyle beraber bir hapishane kapısının arkasına kitlenmiş bir çocuk. Yeryüzündeki hangi suç, hangi günah bir annenin çocuğuyla beraber bir kapının ardında tutulmasını haklı kılabilir ki? Hızla geçiyoruz koridordan, çocuğun haykırışı bir bıçak kadar keskin! Keşke diyorum, yeryüzünde tüm kapılar yıkılsa.
Koğuşa döndüğümde bir bankada hesap açtırıp bir sendikaya üye olduğu için 3 yıldır tutuklu olan bir koğuş arkadaşım şimdi beş yaşında oğlunun sitemini anlatıyor. ‘’Anne, bekliyorum,bekliyorum, bekliyorum babam yine gelmiyor. Ya da bir başka seferinde; ‘’her yerde aradım, babamı yine bulamadım.’’
Aramak! Bekleyiş! Çocukların çaresiz bekleyişi!
Görüş sonrası, üzeri bile tel örgülerle kapatılmış, daracık gri beton avluda oturuyoruz. Mustafa hocanın gözleri dolu. Bir görüş sonrası hüznünden daha büyük bir şey bu. ‘’Ne oldu?’’ diyorum. ‘’Abim’’ diyor, boğazı düğümlenerek. Mustafa’nın abisi de onun gibi öğretmen, bir başka memleket hapishanesinde yaklaşık 3 yıldır tutuklu ve kronik kalp hastası. Kalp kapakçıkları daha önce değiştiği halde muayene bile edilmeden cezaevinde yatabilir raporu verilerek tutuklanmış. Anlatmaya devam ediyor. Her ay düzenli olarak doktor kontrolünde ilacının ayarlanması gereken abisi, korona salgınının yayılmasıyla 6 aydır kontrole götürülmemiş. En son koğuşta fenalaştığı için hastaneye kaldırılmış. Kalp rahatsızlığına bir de zatürre eklenmiş. Hastane dönüşünde ise en ağır hapishane koşullarının olduğu bir hücreye kapatılmış. 14 günlük karantina.. ‘’Geçen hafta sabah sayımında gardiyanlar abimi yerde baygın bulmuşlar.’’ Diyor. Doktorlar beyin kanaması geçirdiğini söylüyorlar. Mustafa’nın abisi şu an yoğun bakımda, bilinci kapalı ve tedaviye cevap vermiyor.
Aynı acıyla hep beraber susuyoruz. Ölüm sessizliği!
Salgın nedeniyle gazeteler bir gün geç veriliyor. Günün yani dünün gazetesine bakıyorum. Kelepçelenerek adliyeye götürülen bir grup kadının haberi kapkara puntolarla ‘’örgütün ablalarına neşter’’ başlığıyla veriliyor. Henüz neyle suçlandıkları belli olmadan, henüz hakim karşısına çıkmadan, henüz yargılanmadan, bunlara ihtiyaç bile duyulmadan bir grup kadın, medyanın ve propogandanın diliyle suçlu, terörist ilan edilerek haklarında katı bir hükme varılarak götürülüyor. Gazetenin kapkara puntolu haberinin yanında bir köşe yazarı(!) kendini şarkılara verdiğini, günü caz dinleyerek geçirdiğini söylüyor. Sıraladığı şarkılara bir de günü Paul Mccartney &Wings’in ‘’Silly love Songs’’uyla bitireceğini de ekliyor. Tebrikler doğrusu, insan kulaklarını ve gözlerini başka ne türlü tıkayabilir bilmiyorum. Ne kadar tuhaf bir tablo! Doktrinin suçlu kılarak hapishanelere doğru götürüldüğü kadınlar, yani onlarla beraber çocuklar, yani onlardan sonra ıssız bir çöle dönüşecek evlerde başka çocuklar fonda ise köşe yazarımızın müthiş duyarlılığıyla(!) müthiş önerisi(!) Silly love songs .. Türkçesiyle; Aptal Aşk Şarkıları…
Neşter! Ve müthiş körlük!
Bir savaş sonrası enkazından çıkan hikayeler gibi nereye dönsem acı bir manzara. Kelepçelenmiş kadınlar, babalar, kavuşamayan ve beklemeyi öğrenen çocuklar. Bir türlü bitmeyen mahkemelerde gittikçe derinleşen acılar. İnsanın sevdiklerini göremediği, onlara dokunamadığı, gökyüzüne bile tel örgüler çekilmiş tutsaklık günleri..
Bu enkazın ortasında kendimden bahsetmekten utanıyorum. 45 aydır hiçbir somut gerekçe gösterilmeden tutukluyum. Yerel mahkemenin verdiği ceza süresi dolduğu halde, tahliye edilmiyorum. Gerekçe henüz onaylanmış bir cezamın bile olmaması. Ne hükümlü, ne tutuklu, bir tür rehin alınma hali.. Ve maalesef bu durumda olan tek kişi de değilim.
Şayet bu, hukuk diye dayatılıyorsa buna isyan ediyorum. Doktrin kendi adına işlenen suçları haklı göstermeye ve yine doktrinin kendi çıkarları uğruna istediği kişiyi suçlu ve terörist ilan etme barbarlığına isyan ediyorum.
Adorno ‘’gözümüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir’’ derken haklıydı. Sözde aydının ve propoganda aracına dönüşmüş medyanın modern köleleri olan gazetecelerinin hukuksuzluklarının boyutunu anlamasını beklemiyorum artık. Hukuksuzluk dönemlerinde yolu siyasallaşan mahkemelerden ve hapishane koridorlarından geçmeyenler kendi büyüteçlerinden yoksunlar.
Şu da kayıtlara geçmeli! Beklediklerimizin biz diri diri mezarlara gömülürken dönüp bakmamaları karşısında üzgünüm. Duvarlara geçen binlerce gün kadar üzgünüm.
Ve bu satırlar sözün tesirinin olmadığı bir çağda beklentisizlik içinde yazılıyor. Söylemek istediğim hukukun hala o eski, sizin de bildiğiniz, örümcek ağı olduğu. Zayıfın takılıp kaldığı, güçlünün yani muktedirin delip geçtiği ağ…
Bir gün hukuk, vicdan bu topraklara geri gelecekse kesilen başın benim olmasına razıyım. Ama çocuklar, ama kadınlar, ah çocuklar… Hepsi bu!
Tutuklu Gazeteci
Hamza GÜNERİGÖK
Osmaniye 1 Nolu T Tipi Kapalı Cezaevi