Tutuklu gazeteci Zafer Özcan, hapishaneden yazdığı mektuplarına bir yenisini daha ekledi. Özcan, “Bütün kisvelerin dışında, ranzamdan, ruhumun bütün çıplaklığıyla yazıyorum. Tanıklıklarım yok artık belki ama iç yolculuklarımı kayda geçirmeye devam ediyorum. Çünkü ben hala gazeteciyim.” ifadelerini kullandı.
Özcan’ın mektubu şöyle:
Burada en çok özlediğim aktivitelerden biri nedir biliyor musun Ebrar? Şehrin sokaklarında amaçsızca yürümek. Hayatın izini sürebilmek, akıp giden zamana tanıklık etmek. Cezaevi ortamında içimi en çok acıtan şeylerden biri, zamana tanıklık edememek. Zamana, hayata, akışa tanıklık etmek; o gidişatın şahidi olabilmek… Yıllardır yaptığım buydu aslında. Her şeye ama her şeye tanıklık edip, onları kayda geçirmek…
Benim mesleğimin içime işleyen, damarlarıma nüfuz eden yönü; farketmek, izlemek kayıt tutmak ve o kayıtları herkesle paylaşmaktır. Hep o duyguyla yaptım ben işimi. Yirmi üç yıl boyunca, olabildiğince çok mekanda, olabildiğince çok sokakta, olabildiğince çok caddede, olabildiğince çok şehirde ve olabildiğince çok hikayenin içinde dolaştım, izini sürdüm, tanıklık ettim, kayda geçirdim. Ruhumdaki arşivleme dürtüsü ve ürettiğim hiçbir şeyi atamama duygusu sanırım bu yaşanmışlıktan kaynaklanıyor. İnsan tanıklıklarından, biriktirdiklerin vazgeçemiyor zira orada hayatın bütün renkleri, bütün unsurları var. Şimdi, bütün tanıklıklardan uzakta, akıp giden hayat ırmağının dışında, hiçbir şeyin, hiçbir şeyi değilim. İfadem tuhaf gelebilir belki sana, zorlama olabilir. Lakin haleti ruhiyemi ve ahvalimi çok iyi tanımlıyor.
Her sabah, kayda geçirilmiş tanıklıklarını gazetelerden takip ettiğim, okuduğum meslektaşlarıma nasıl gıpta ediyorum, onları nasıl kıskanıyorum bir bilsen… bir hayatın, bir hikayenin, bir olayın, bir sürecin, bir gidişatın, bir gelişmenin kaydedebilen tanığı olmak, olabilmek ne büyük saadetmiş meğer hayatımda! Bazen kuş olup uçasım geliyor; olayların, hikayelerin içine, tam ortasına dalasım geliyor. Çok uzaklara gitmeme bile gerek yok aslında biliyor musun?
Göremediğim ancak varlıklarını hissettiğim cezaevi komşularım zeytin ağaçlarının hikayesinden başladım yazmaya. Bir sonbahar ikindisinde, bir ısıtıp bir üşüten yorgun eylül güneşinde kendimi rüzgarın akışına bırakmış, nazlı nazlı sallanan dallarındaki o güzelim meyvelerin serüvenini anlatırdım. Zeytin dalından barışa, medeniyete ve berekete uzanan hikayeye odaklanırdım.
Yazmaya, hikayelerin peşinde koşmaya ve paylaşmaya en hevesli, en verimli olduğumuz dönemlerde kırdılar kalemlerimizi ve bizi kendi yalnızlığımızın orta yerine atıverdiler. Kendi yalnızlığımızın, ıssızlığımızın tutsağı olduk. O tutsaklığın içinden, o karanlık tünelden sana yazarak hayata, hikayeme, kalemime, bir sonbahar esintisi gibi içimi serinleten mesleğime tutunmaya çalışıyorum şimdi. Bir tanıklığa dayanmayan, şahitliğimin dışında yazılar bunlar. Hiçbir şeyin, hiçbir şeyi olmamış yazılar… tanıklık yerine hissiyatı koyan ama tekrar tanık olmaktan umudunu hiç yitirmemiş yazılar…
Bazen gazetelerde “gazetecilik kisvesi altında…” diye yazılar okuyorum. Kisve, TDK’ye göre herhangi bir niteliğe, biçime girerek gerçek kimliğinden faklı bir görünüş almak. Meslekten koparılıp cezaevine konulduğumuza göre o kisveler biz oluyoruz sanırım. Lakin benim işimi yaparken hiçbir kisvem olmadı. İşim, bütün çıplaklığı ile hep ortadaydı. Hayatın, toplumun, şehrin, insanların, hikayelerin tam ortasındaydım. Ayak izlerimi bıraktım her yerde. Sadece işini yapmayı ve onu da iyi yapmayı, en büyük insan ahlakı saydım hep.
Yanlışlar yaptım, başarısızlıklarım, beceriksizliklerim oldu. Hep istedim, mücadele ettim ama iyi bir gazeteci olamadım belki, bunların hepsi kabulüm. Lakin hiçbir kisveye bürünmedim ben. Gazetecilikten, muhabirlikten, yazmaktan, tanıklık etmekten, kayda geçirmekten başka bir iş bilmem.
İşte şimdi yine sana, bütün kisvelerin dışında, ranzamdan, ruhumun bütün çıplaklığıyla yazıyorum. Tanıklıklarım yok artık belki ama iç yolculuklarımı kayda geçirmeye devam ediyorum.
Çünkü ben hala gazeteciyim.