Gazeteci Mehmet Özdemir koğuş arkadaşı ve basın emekçisi Hakan Taşdelen’in hikayesini yazdı:
Şikayet nedir bilmeyen koğuş arkadaşımın hikâyesi
Babasını ani bir kalp krizi sonucu kaybettiğinde daha 12 yaşındaydı. Tam da bir çocuk için babanın ne demek olduğunu kavradığı yaşta. Hayatının kahramanını bulduğu anda elinden kayıp gitmişti. Öksüz kalmayan, o acıyı ne anlayabilir ne de anlatabilir, dolayısıyla haddimi aşıp tarif etmeye kalkışmayacağım. Ama Hakan’ın bu ağır yükle nasıl ve neler yaşadığını biraz anlatmak istiyorum.
Babasını ebedî aleme uğurlarken gözlerindeki parıltı biraz sönmüştü, ama hayata küsmedi, içine kapanmadı. Zeki ve çalışkandı, okuluna devam etti, derslerine sarıldı. Ortaokulu, liseyi birincilikle bitirdi. İstanbul’un en iyi üniversitelerinden birini kazandı, elektrik-elektronik mühendisi oldu.
Mezuniyetin ardından medya sektöründe iş hayatına atıldı, gazeteciliğe başladı. Cihan Haber Ajansı’nın canlı yayın ekibinde görev aldı. Başarısı ve uyumlu çalışması ile herkesin takdirini kazandı. Televizyon haberciliğinin görünmez kahramanları arasına girdi.
Bu sırada rahmetli babasından kalan ev yıllar sonra satıldı ve payına bir miktar para düştü. Ev, araba gibi ihtiyaçları olmasına rağmen, o parayı daha anlamlı kullandı. Çalıştığı kurumdan ayrıldı ve Ankara’da kendi şirketini kurdu. Merhum babasından kalan maddi mirası böyle değerlendirdi. Bu bir vefa idi.
Büyük kurumların devasa ekiplerle cirit attığı sahada bir başına kıt imkânlarla mücadele edecekti. Etti de.. Disiplinli calışmasıyla kısa sürede sektöre kendini kabul ettirdi. BBC, CNN, CTV gibi dünyanın önde gelen haber kanallarına canlı yayın hizmeti verdi, pek çok ülkeye giderek önemli başarılara imza attı.
Yıllar sonra iktidarın medyaya yönelik baskıları yüzünden eski mesai arkadaşlarından bazısı işini kaybetmişti. Onların, birlikte çalışma teklifine kayıtsız kalmadı. Ankara’daki düzenini bozdu, şirketi İstanbul’a taşıdı ve yeni araçlar, cihazlar alarak işi büyüttü.
Ne var ki, 15 Temmuz’un ardından başlatılan özgür medyayı yok etme operasyonlarından onlar da nasibini alacaktı. Gazetecilik yapmaları, eskiden aynı kurumda çalışmış olmaları bunun için yeterli bir sebepti. Hakkında gözaltı kararı çıkarıldığı gün evde değildi, memlekette ailesinin yanındaydı.
Hayatında başarıdan ve dürüstçe çalışmaktan baska ‘suçu’ olmadığı için kendine güveni tamdı. ‘İfademi verir dönerim’ diyerek emniyete gidip teslim oldu. Ancak polisler onu 500 km mesafedeki İstanbul’a götürdü. Temmuzun kavurucu sıcağında havasız bir nezarethaneye, onlarca kişinin arasına bırakıldı.
Hakan Taşdelen’le işte orada tanıştık. Böylesi bir dünya cehennemine ilk kez adım atıyordu ama yüzünde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu. Sakin ve mütebessim haliyle arkadaş ziyaretine gelmiş gibi duruyordu. Nezarethanenin ‘deliler’ için tahsis edilmiş, duvarları süngerle kaplı küçük hücresinde 4-5 kişi birlikte kaldık. Hava, su ve yemeğin ölmeyecek kadar verildiği bir ortamda 8 gün geçirdik.
Meslektaş ve hemşehri olmamız bizi çabuk kaynaştırdı. Söylentilere göre, tutuklanırsak Silivri’de üçer kişilik hücrelere konulacaktık. Bir gün laf arasında acaba Silivri’de de aynı hücreyi seçebilir miyiz diye konuşmuştuk. Bilenler, böyle bir hak olmadığını söyledi, ihtimal hesaplarına göre de kalabalık bir tutuklu grubunda bu neredeyse imkansızdı.
İstanbul Adliyesi’nde Sulh Ceza Hakimliği önünde beklerken Hakan’ın eski mesai arkadaşlarından biriyle konuşmasına şahit oldum. Ona, çalışma tarihi ile ilgili gerçek bilginin lehine olabileceğini ve bunu hakime mutlaka söyleyeceğini anlatıyordu. Hukukun olmadığı bir yerde bunu söylemenin etkisi ne kadar olmuştur bilmiyorum ama 10’dan fazla kişi tutuklanırken Hakan’ın o arkadaşı tutuklanmayan birkaç kişi arasında yer aldı. Almayabilirdi de ama Hakan fedakarlığını göstermişti.
Silivri Kapalı Cezaevi’ne gittiğimizde ise imkânsız gibi görünen ihtimal gercekleşti. Gardiyanlar bizi rastgele çağırıp yönetimin belirlediği hücrelere götürüyordu. Beni bıraktıkları hücrede diğer iki kişiden birinin Hakan olduğunu görünce hayli şaşırmıştım. Ben buna, birlikte yaptığımız ama Hakan’ın kabul olmuş duası diye baktım hep.
Hayatın tabii akışına göre hiç olmayacağımız bir yerdeydik ama hayat devam ediyordu. Hayatın gerekleri neyse o yapılmalıydı. Buna en hızlı uyum sağlayanlardan biriydi Hakan. Mümtaz’er Türköne Hoca’nın teşvikiyle nezarethanenin daracık holünde başladığımız spora hiç ara vermeden devam etti.
OHAL döneminde, bilhassa ilk aylarda sıkıntı çöktü. Ekmek kesmeye bıçak, çay yapmaya ketıl yoktu, kantin talepleri uzun süre karşılanmazdı. Hakan şikayet etmektense çözüm üretirdi. Çay kaşığından bıçak, karavana tenceresinden demlik yaptı. Güneş altında demlenen çayın tadı değildi önemli olan, o şartlarda çaya kavuşmaktı. Ketıl bozuldu Hakan tamir etti, alet edavat yok diye sızlanmadı; çatalı kürdanı tamir aleti olarak kullandı.
Bize bildirilen kıble yönünden emin olamamıştık başta. Güneşin doğuş ve batışını görme imkânımız da yoktu. Türkiye’de nadide insanların bildiği uydular, enlem ve boylamlar konularına hâkimdi Hakan, “Ne yapalım hapisteyiz!” demedi, havalandırmada günlerce gölge takip etti, duvara işaretler koyup hesaplamalar yaptı, doğru yönü tespit etti.
Mutfaktan gelen tatsız tuzsuz yemeklere burun kıvırmadı. Haşlanıp üzerine biraz yağ boca edilmiş makarnaya ketılın buharında yaptığı soslarla unutulmaz lezzetler kattı. Patates haşlamasını aldı, kaşar, tereyağı, domates ve baharat sosu ile usta işi bir yemeğe çevirdi. Gün geldi kırmızı lahana turşusu yaptı. Ama bir gardiyan turşuyu kabıyla birlikte çöpe attığında Hakan, turşuya değil memurun insanlıktan bu kadar uzaklaşabilmesine üzüldü.
Yeni taşındığımız odada kirli battaniye ve yatağın değiştirilmesini istedi, kabul etmediler. Koca battaniyeyi leğende yıkadı. Yatağı havalandırmaya çıkarıp temizlemeye çalıştı. Gözlük için uzman doktora gitmesi gerektiğinde cezaevi hekimi sevketmedi. Daha nice can sıkıcı sorunlara aldırmadı, sporuna, okumasına ve esprilerine devam etti Hakan.
Tutuklanmamızdan tam 9 ay sonra hücreye gelen gazetenin ilk sayfasında bizim iddianamenin haberi vardı, “3’er kez ağırlaştırılmış müebbet” başlığını görünce takılmadı, müstehzi bir tebessümle geçti gitti kitabını okumaya. Bilmem kaç yıl ceza verdiklerinde de en küçük bir sarsıntı yaşamadı. Bu tam anlamıyla bir sabırdı, tevekküldü.
Bir başka gün gazetenin ilan sayfasında kendine ait canlı yayın aracı ve elektronik cihazların TMSF tarafından yok pahasına satıldığını gördü. Sadece acı bir tebessümle karşıladı. O aracı babasından kalan miras parasıyla almıştı.
Bir görüş gününde ziyaretçisi gelmediği için onu çağırmadı gardiyanlar. Oysa ailesi telefonda geleceğini bildirmişti, kendisi de hazırlanmış bekliyordu. Hiç telaşlanmadı Hakan, endişelenip ah vah etmedi. “Vardır bir sebebi!” diyerek eşofmanlarını giydi, spora çıktı. Bu da teslimiyetti.
22 ayımız günün 24 saati birbirimizi mutlaka görüp duyabileceğimiz bir ortamda geçti. Böyle bir yerde insan bir kez olsun kaşını eğmez, yan gözle bakmaz mı? Bakmadı Hakan, eğmedi kaşını, düşürmedi yüzünü. Tebessümü yüzünden, şükrü ağzından eksik etmedi. Şikayetlerle derdi büyütmektense, sabırla, tevekkülle eritip yok etti.
Hakan Taşdelen, işte böyle bir insan. Ben onu tanıdım ve onu yazdım, ama biliyorum ki Türkiye’de hapishane hücreleri onbinlerce Hakanla dolu. Ve şimdi bu güzelim insanları ölümcül bir virüsün kucağına terkettiler.
Eminim Hakan buna da sabrediyor ama hepimizin Hakan’a ve sesi duyulmayan bütün Hakanlara borcu var. Onun gibi mutlaka bir şeyler yapmalıyız. En azından bu büyük tehlikeden kurtulmaları için onların duyulmayan sesi olabiliriz.
Kaynak: Mehmet Özdemir/ https://www.tr724.com/sikayet-nedir-bilmeyen-kogus-arkadasimin-hikayesi/